Yeşilçam'ın Ceset lakaplı oyuncusu!

Sinemamızın unutulmaz kavgacılarından İhsan Gedik‘in lakabı ‘Ceset’tir. Bu lakap ona, Yılmaz Güney‘in 1970 yapımı ‘Onu Allah Affetsin’ adlı filminde canlandırdığı ceset lakaplı karakterden dolayı verilmiştir. Oyuncu arkadaşları onunla ilgili şöyle demektedir: Ceset İhsan, güzel insan!

(0) (0)
pasazade60 14.10.2021 14:38

Yeşilçam'ın ünlü ismi İlhan Daner

Yeşilçam'da oynadığı komedi ağırlıklı sinema filmleriyle bilinen ve Ekim 2021'de tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden çocukluk günlerimin komik karakteri ünlü oyuncudur.

Şarkıcı Betül Demir Twitter hesabından, usta oyuncu İlhan Daner'in yaşamını yitirdiğini şu şekilde duyurmuş:

"İlhan Daner, Ne şanslıyım ki senin gibi bir çınarla aynı sahnede oynadım. Bazen kuliste endişeyle seni izlerdim, hasta olduğunda ama sahneye adım attığın anda delikanlılara taş çıkarırdın. Seni uğurlamak çok zor olacak İlhan hocam, Ayşen'e sarıl benim yerime de"

(0) (0)
themobster 02.10.2021 00:50

20 kilo zayıflayan Türkan Şoray'ın yaptırdığı son estetik

Yeşilçam'da oynadığı yüzlerce film ile Türk sinemasının Sultan'ı olarak anılan usta oyuncu, senarist, yönetmen ve yazar Türkan Şoray'ın fazla kilolarından kurtulup yüzüne de yaptırdığı Fransız Askısı estetiğidir.

20 kilo veren ve eski formuna kavuşan Türkan Şoray'ın son hali aşağıdaki gibi olmuş. Bence yakışmış da.

(0) (0)
iillhhaann 18.09.2021 23:15

Altar'ın Oğlu Tarkan: Kartal Tibet

İsmi gibi kendisinin de bir deönemin son temsilcilerinden di 2 Temmuz 2021'de 83 yaşında hayata gözlerini yumdu. Aklımda hep yüzüne düşen perçemiyle Altar'ın Oğlu Tarkan olarak kalacak.

Gülmekten yerlere yattığımız pek çok ünlü Kemal Sunal filmlerinin de yönetmenliğini yapmıştı.

Ankara’da 1938’de dünyaya gelen Kartal Tibet, imza attığı 200’e yakın filmle Türk sinemasına büyük katkılarda bulundu. Kartal Tibet’in oynadığı, yönettiği ve senaryosunu yazdığı filmler Yeşilçam’ın klasikleri arasına girdi.

Usta oyuncu, Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Tibet, 1961 yılında Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’nin kurucuları arasında yer aldı.

56 FİLMİ YÖNETTİ

“Karaoğlan” filmiyle sinemaya adım atan Tibet, daha sonra Sezgin Burak’ın çizgi kahramanı Tarkan’ı sinemada canlandırdı. “Sarmaşık Gülleri” ve “Boş Çerçeve” gibi birçok melodramda, “Zambaklar Açarken”, “Çalıkuşu” gibi pek çok edebiyat uyarlamasında, salon komedilerinde ve tarihi filmlerde rol aldı. Beğeniyle izlenen filmleri ve canlandırdığı karakterlerle Yeşilçam’ın efsaneleri arasında girdi.

İlk kez 1977’de “Tosun Paşa” filmiyle yönetmenliğe adım atan Tibet, aralarında Kemal Sunal’ın rol aldığı 56 filmin yönetmenliğini yaptı. Türk sinemasına 200’e yakın filmle katkıda bulunan ve birçok ödül alan Tibet, son olarak 2006’da “Dünya’yı Kurtaran Adamın Oğlu” ve “Amerikalılar Karadeniz’de 2” adlı filmin yönetmenliğini üstlenmişti.

(0) (1)
xtreme59 02.07.2021 09:17

Blutv Yeşilçam dizisinin 10. bölümün sürekli takılması!

Blu TV de Yeşilçam dizisi son bölümde Sözler kayıyor, görüntü yavaşlıyor, görüntü dönüyor. Acil yardım rica ederiz. Hem yıllık üye olduk, Hem seyredemiyoruz.

Acil konunun çözülmesini rica ediyoruz. Bu sorunu yaşıyoruz. Kaç gündür bu sorun hala devam ediyor ne yazık ki.

(0) (0)
kingahyed 28.06.2021 12:29

Bahar Öztan'ın Kadir İnanır’a aşık olması!

1979 yılında “Şaşkın Milyoner” filmiyle adım attığı Yeşilçam’da “gamzeli güzel” olarak adını duyuran Bahar Öztan'ın bir röportajda dile getirdiği Kadir İnanır aşkı itirafıdır.

40" />

80’lerdeki arabesk film furyasında en çok başrol oynayan isimlerden biri olan güzel oyuncu Bahar Öztan, o rollerle ilgili ise şunları söylemiş: “O zaman o kadar ünlülerdi ki... Onların tüm filmleri inanılmaz iş yapardı. Ondan dolayı oynamışımdır. Ben çok tercih ediliyordum. Çok disiplinliyim. Verdiğim Sözü tutarım. Fizik olarak da her rolü oynayabilirim. Komediye de çok yakışıyordum, drama da... Gerektiğinde şuh bir Kadın da olabiliyordum. Kadir İnanır: Çok yakışıklı ve dünya tatlısı. O benim sinemaya girmeden önceki aşkımdı, çok beğenirdim."

Kadın haksız değil o yıllarda kim aşık değildi ki kadir İnanır'a...

(0) (0)
Stormic 30.05.2021 15:11

Bir Başkadır dizi müziği

Netflix yapımı Türk dizisi Bir Başkadır'da fon müziği olarak kullanılan eski Yeşilçam müziği dinleyeni alıp yıllar öncesine götürüyor. Jean Musy - Clair De Femme aynı zamanda 1979 tarihli Cünety Arkın filmi "Mahkum"da da kullnaılmış. Film Müziği müziğini dinleyip de Cüneyt Arkınlı Kadir İnanır'lı o güzelim filmleri hatırlamamk mümkün değil.

(0) (0) Sponsorlu
tivitrend 07.12.2020 21:02

Fahriye Evcen ve Fransızca aşk şarkısı "La Vie En Rose"

Ünlü Yeşilçam yıldızı Filiz Akın'ın sosyal medyadan paylaştığı Fahriye Evcen'in söylediği Fransızca aşk şarkısı "La Vie En Rose" videosudur.

Evcen’in şarkı söylediği anların videosunu İnstagram hesabından paylaşan Filiz Akın, “Güzel bir şarkı, güzel bir ses ve yurt dışından da çok hayranı olan güzel oyuncu Fahriye Evcen… Edith Piaf’tan bir şarkıyla La Vie En Rose… Tabii ses o kadar genç ki Edith Piaf’taki o acı ve yaşanmışlık dolu sesi burukluğu yok… Olsun böyle de huzur verici” demiş.

Evcen de usta oyuncuya teşekkür ederek Instastory’de “Sevgili Filiz Akın ne kadar zarif. Teşekkür ederim. Siz isteyin ben hep söylerim” ifadesini kullanmış.

(0) (0) Sponsorlu
tivitrend 15.09.2020 11:54

Yeşilçam filmlerinin çekildiği Kumburgaz'daki köşkün satılması

“Aile Şerefi”, “Şark Bülbülü”, “Zavallılar” gibi pek çok Yeşilçam filminin çekildiği Kumburgaz’daki köşkün satılmasıdır. 1997'de vefat eden fabrikatör ve yazar Rauf Alanyalı’nın sahibi olduğu köşk zaten kaderine terk edilmiş haldeydi. 6 bin 365 metrekare alana sahip içinde büyük havuz, heykeller, meyve bahçeleri artık harabe halinde. Açık artırmayla satışacak köşke 19 milyon TL değer biçilmiş. 

(0) (0)
delucia 03.09.2020 14:04

Yeşilçam’ın emektar Ali Şakar

Yeşilçam filmlerini sevmeme rağmen kendisinden ancak Bugün ölüm haberiyle haberdar olduğum insandır. Allah rahmet etsin mekanı cennet olsun diyorum.

Hayatını okuyunca siz de benim gibi ya bu adını hiç blmediğimiz insan yeşilçam adına ne güzel şeyler yapmış diyeceksiniz.

1950 yılında Adana’da dünyaya geldi. 16 yaşında Adana’dan İstanbul’a çalışmak için giden Ali Şakar, tesadüfen kendini Yeşilçam’da buldu ve 18 yaşında Ediz Hun’un bir filmininde rol alarak sinemaya başladı.

1970 yılında Tarık Akan’ın birinci olduğu Ses Dergisi’nin Artist Yarışması’nda finale kaldıktan sonra Dokuz Canlı Adam, Londra Yolcusu Kalmasın, Töre, Kabadayı, O Baban ve Sınır gibi sinema filmlerinde rol aldı.

Bir dönem gazetecilik de yapan ve Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nden siyaset teklifi de alan oyuncu, İngiltere’de yaşayan Sebahat Yazıcı ile evlenerek Londra’ya yerleşti. Şakar, Londra’da güzellik yarışmaları, ses yarışmaları ve kültür ve sanat festivalleri düzenleyerek Fatma Girik’ten Şener Şen’e ve Bedia Akartürk’e kadar çok sayıda sanatçıyı İngiltere’ye getirerek, Londra’da yaşayan Türklerin takdirini ve beğenisini kazandı.

Daha sonra tekstil sektörüne de girerek İngiltere’de fabrikalar açan oyuncu, Türkiye’den bir milyon kişinin İngiltere’ye çalışmak için göç etmesine vesile oldu.

(0) (0)
Suko 29.08.2020 10:43

MasterChef’te Danilo Zanna’nın Çiçek Abbas repliği

Danilo Zanna, Yeşilçam klasiklerinden Çiçek Abbas'ta yer alan 'Çilemse çekerim, kaderimse gülerim' repliğini yapılan yemeğe uyarlayarak söylemeye çalıştı ancak bunda başarılı olamayınca hem yarışmacıyı şaşırttı hem de diğer şeflere kahkaha attırmış.

(0) (0) Sponsorlu
tivitrend 30.07.2020 10:08

Oyuncu Nebahat Çehre sektör değiştirmesi

Karantina günlerini tasarım yaparak geçiren Yeşilçam Türk Sineması'nın en şık giyinen Kadınlarından biri olarak bilinen Nebahat Çehre, bu süreçte 40 parçalık özel bir kapsül koleksiyon hazırlamış.

içinde birden fazla kadının olduğunu keşfettiğini söyleyen Nebahat apla şöyle konuşmuş: "Karantinada içimde birden fazla kadın olduğunu keşfettim. Çılgın ve sade, çocuksu ama çekici. Hepsi birden harekete geçti. ve muhteşem bir koleksiyon ortaya çıktı. Ben bir dönem mağazacılık da yaptım. Sektöre yabancı değilim. Aslında çok para harcanmadan da şık olunabilir. Pandemi nedeniyle evde geçirdiğim günlerde eski çizimlerimi buldum. Rufat İsmayil'de dünya çapında bir modacı. Ona çizimlerimi gösterdim. Çok beğendi. Yenileyerek üzerine de eklemeler yaparak, ortak bir koleksiyon hazırladık." 
 

(0) (0)
nokimon 27.07.2020 10:59

Yeşilçam filmlerinden soğumanın sebepleri

Sevmediğin insanların da senin beğendiğin filmleri izliyor olup öve öve anlatmasıdır. Vardır öyle, gerçek hayatta zoraki muhatap olursun. Arada denk gelir lafını açar, izleyesin gelmez bir daha. 'Ulan bu dallama izliyorsa ben izlemem' tribine sokar insanı. Allahtan geçicidir, bir zaman sonra açar izlersin.

(0) (0)
furkanozden 26.07.2020 10:56

Astsubaylıktan istifa edip Yeşilçam'a geçen oyuncu: Özcan Özgür

1936 yılında İstanbul’da doğmuş. Astsubaymış. Çanakkale ve daha sonra Ankara’da görev yapmış. Ankara’da görev yaptığı sırada Münir Özkul Tiyatrosu’nun bütün temsillerini izlemiş. İçindeki tiyatro aşkı depreşmiş. Bir gece tiyatro çıkışı Özkul’un eline sarılmış öpmek için. Demiş ki;  “Beni de aranıza alın ne iş olsa yaparım.” Münir Özkul “Bizim kadro tamam, adama ihtiyacımız yok” dese de bakmış adam baştan savılacak gibi değil. “Peki demiş bas istifayı gel!” Ama Özgür astsubay olduğu için öyle istifayı basıp gelemiyor. Kendi mi kuruyor, yoksa birileri akıl mı veriyor belli değil; “istifa edemiyorsam bari kendimi attırayım” diyor.

Mesaiye pijamayla geliyor, açmaması gereken şifreli zarfları inadına açıyor, kendi kendine konuşuyor, komutanlara dil çıkarıyor derken dileği gerçekleşiyor. Şizofreni tanısı ile ordudan malulen emekli ediliyor. Koşuyor Özkul’un yanına, tiyatronun mutemetlik işlerini yapmaya başlıyor. Ayfer Feray, Ali Poyrazoğlu, Ferhan Şensoy gibi isimlerle çalışıyor. Ayrıca 1970 yılında ilk kez bir sinema filminde oynuyor. Tiyatro işinde para yok. Bir süre sonra Türkiye derin bir sosyo-ekonomik krize girince Özgür mecburen erotik komedilerde oynamaya başlıyor.

Sinemanın da artık para kazanmadığı, oyuncuların elinde yapımcıdan aldığı senetlerle dolandığı günler bunlar. Galiba içkiyle ilk  bu yıllarda haşır neşir oluyor. “Oraya borç, buraya veresiye” şeklinde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. İçki masasında Özdemir Asaf, Baykal Kent ve Bülent Kayabaş gibi kişilerin vazgeçilmez eşlikçisi, meyhanecilerin de veresiye müşterisi oluyor.

Özgür nev’i şahsına münhasır bir adam. Emekli bir diplomat gibi kararlı ama nazik konuşuyor. Konuşması tekdüze değil, bazen cümlenin bir yerine kadar hızlanıp bir yerde duraklıyor. Diğer cümlede tekrar hızlanıyor. Ne söylerse söylesin cümlelerini “efendim” kelimesi ile bitiriyor. Öyle ki nadiren sarf ettiği küfürlü cümlelerin sonunda bile “efendim” var.

Aslında çok iyi bir oyuncu olan Özgür biraz ülkenin içinden geçtiği zor dönem biraz da savruk özel yaşamı yüzünden git gide daha küçük rollere ve kısa diyaloglara mahkum oluyor.  Maddi yönden sıfırı tüketiyor. Bu dönemi çok iyi anlatan bir anekdot var. Özgür içki masasında bir arkadaşına Ali Poyrazoğlu’ndan dert yanıyor. “‘Özcan Bey avans isterse vermeyin, anında rakıya çeviriyor’ demiş. Ben rakıya para vermiyorum ki… Meyhanelere yazdırıyorum… Bakkala borcum var efendim.”

Seksenli yıllar, doksanlı yıllar derken Özgür giderek daha az ekranda görünüyor. Son tiplemelerinin biri de Varsayalım İsmail dizisindeki her dediğini üç defa tekrarlayan -hafızam beni yanıltmıyorsa- Kompresör Bey oluyor. 1995 yılında aramızdan ayrılıyor. Ve hakkında Ferhan Şensoy’un aktardığı anekdotlar, doğum ve ölüm tarihi ve yalan yanlış birkaç internet tevatürü dışında yazılı hiçbir şey kalmıyor. Kim bilir belki ben de şu anda bu yalan yanlış tevatüre katkıda bulunuyorum!

meraklısı için daha fazlasına suradan ulaşabilirsiniz: (bkz:link)

(0) (0)
manikoala 25.07.2020 11:46

Galileo'yu mezarında ters çeviren Yeşilçam sahnesi

Yeşilçamın büyük düşünürü Kazım Kartal'ın düz mantık ile dünyayı düzlediği teoridir. Galileo mezarında ters dönmüştür.

(0) (0) Sponsorlu
tivitrend 21.07.2020 15:29

Şıklarıyla Kim Milyoner Olmak İster'e damga vuran Yeşilçam filmi sorusu

ATV'de yayınlanan Kim Milyoner Olmak İster adlı bilgi yarışmasının son bölümünde sorulan ilginç sorudur. 60.000 TL değerindeki "1968 yapımı 'Dünyanın En Güzel Kadını' adlı Yeşilçam filminde hangi adda bir karakter yer almaktadır?" sorunun şıkları sosyal medyada da çok konuşuldu. Yeşilçam yıldızlarının adı doğru soyadı benzer şekilde verilmiş. Mesela Fatma Girik yerine Fatma Dirik, Filiz Akın yerine Filiz Yakın...

Yarışmacı kadın da şaşırıp "Bu isimler gerçek mi" diye sordu ama Kenan İmirzalıoğlu "Gerçek olmayan bir şey sorulmaz burada" diye yanıt verince şaka olmadığını anladı tabii. Riske girmeyip çekildi, 30 bin lirasını aldı. Sorunun yanıtı da "Türkan Moray"mış.

(0) (0)
turgut 19.07.2020 10:20

İçinden Ayasofya geçen filmler

İçinden Ayasofya geçen filmleri taradığımda bu başlıkta müstakil araştırmaların olmadığını evvela içinden İstanbul geçen araştırmalara ve tasniflere bakmam gerektiğini esefle öğrenmiş oldum. Yaptığım araştırmanın ikinci adımında ise hem Türk sinemasının 1950’ye kadar ki ilk döneminde hem  Yeşilçam Sineması olarak bildiğimiz döneminde hem de ondan sonraki Yeni Türk Sineması diyebileceğimiz döneminde mekan olarak Ayasofya’yı ele alan çok az sayıda film olduğunu yazıda belirteceğim yirmi beş kadar film içerisinde çoğunluğunu yabancı sinema filmlerinin oluşturduğunu yine üzülerek ifade etmeliyim.

Bu filmleri üç başlık altında gruplandırmak mümkün Ayasofya’yı bir cami olarak İslam teolojisi içerisinde ele alan kurgusal ve belgesel filmler, Ayasofya’yı bir kilise olarak Hristiyan teolojisi içerisinde ele alan ve fakat mevcut durumundan dolayı ister istemez bir zamanlar cami ama şimdiyse müze olduğunu kadrajına alan kurgusal ve belgesel filmler, Ayasofya’yı ne cami ne de kilise olarak gören insanlığın ortak mirası bir müze olarak new age, seküler ve gri bir halde tasavvur eden kurgusal ve belgesel filmler. Bu üç ana başlık altında da kafası karışık olan filmleri ayırmak ve başlıklar yapmak mümkün fakat yaptığım araştırma neticesinde tasnif ettiğim yirmi beş filmi genel hatlarıyla bu başlıklar altında incelemek daha doğru olacaktır.

Ayasofya’yı bir cami olarak İslam teolojisi içerisinde ele alan kurgusal ve belgesel filmleri ele aldığımız zaman durumun ne kadar vahim olduğu gözler önüne serilmiş olacaktır. Evvela bu başlık altındaki filmlerin sayısının çok az olduğunu söylemeliyim. Sayısı az olan bu filmlerin ise meseleyi derinlikli bir şekilde ele alma probleminin olduğunu, Ayasofya’nın karikatürize edildiğini, asli manasından uzak yaklaşıldığını, filmin bir kısmında sadece manzara, panorama olarak kaldığını görüyoruz. Ayasofya'da Cuma Namazı - Kara Murat Fatihin Fermanı – Natuk Baytan (1972), Fetih 1453 – Faruk Aksoy (2012) bu başlık altında belirtilebilir. Lakin yerli filmlerin son derece güdük olduğunu söylememiz gerekiyor. Hele ki Dehşet Gecesi – Orhan Aksoy (1989) filminde Ayasofya bir müze olarak tecavüzcünün kurbanını kovalaması ve sonrasında kurbanı tarafından korkuluklardan düşerek öldürülmesi sahnelerine tanık olur. Bu sahneleri izlerken ben hicab ettim. İşte yerli sinemanın hâl-i pür melâli bu durumda. Yine bazı belgesellerin Ayasofya’nın tarihsel süreçte geçirdiği evreleri ele alırken bir dönem İslam teolojisi içerisinde cami olarak kaldığını ve bu dönemde ayakta kalması için gerekli hassasiyetin gösterildiğini anlatması ve kadrajına dahil etmesi onları da zikretmemiz açısından önemlidir. Ayasofya İnsanlığın Kutsal Anıtı – Süha Arın (1991), National Geographic – Antik Mega Yapılar: Ayasofya (2007), Ayasofya’nın Derinliklerinde – Göksel Gülensoy (2009).  Tabi bu belgesel filmler son tahlilde Ayasofya’yı ne cami ne de kilise olarak gören insanlığın ortak mirası bir müze olarak new age, seküler ve gri bir halde tasavvur eden kurgusal ve belgesel filmler başlığı altında yer alacaktır. Çünkü Ayasofya’nın cami olup olmadığıyla pek de ilgili değildirler. Kör göze parmak sokmamak amacıyla araştırmaları neticesinde edindikleri malumatı mecburen dile getirmekle yetinmişlerdir. Ayasofya’nın şu an müze olması birinci başlıkta daha derinlikli filmlere ne kadar ihtiyaç duyulduğunu ve bu konuda henüz bir adımın da atılmadığını gösteriyor.

Çoğunluğunu Hollywood filmlerinin oluşturduğu zaman zaman Bollywood ya da Almanya ortak yapımlarının olduğu kurgusal, belgesel film ve dizilerinin yer aldığı Ayasofya’yı bir kilise olarak Hristiyan teolojisi içerisinde ele alan ve fakat mevcut durumundan dolayı ister istemez bir zamanlar cami ama şimdiyse müze olduğunu kadrajına alan kurgusal ve belgesel filmler başlığı en dikkat çekici ve spekülasyona en açık başlık.
İran’da 1979 yılında yaşanan bir rehine krizini konu alan, İran’ı ciddi anlamda eleştiren belki de bu sebeple Oscar ödülü alan ve yapımcılığını George Clooney’nin yaptığı Operasyon: Argo – Ben Affleck (2012) filminin yönetmeni ve oyuncusu Ben Affleck, filmdeki birçok sahnenin çekimi için İstanbul’da geçiyor. Tuhaftır ki İran sokaklarına benzettiği Beyoğlu, Fatih ve Eminönü’ndeki tarihi semtler doğal plato olarak kullanılıyor.

Çekimlerde Kapalıçarşı, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii gibi tarihi ve dini mekânları da kullanan Affleck, bazı sahneleri de  Ayasofya’da çekti, buradaki çekimler için hazırlıklara başlayan Affleck ve ekibi, Ayasofya’nın ana kubbesinden sarkan dev avizelerdeki led ampullerin yaydığı beyaz ışığı beğenmedi. Kandilliklerin içinde bulunan beyaz ampullerin hem estetik görünmediğini hem de yaydığı güçlü beyaz ışığın mekânın ruhuyla uyuşmadığını belirten Affleck ve ekibi, müze yönetimine avizelerdeki ampulleri değiştirme talebinde bulundu. Konuyu değerlendiren müze yönetimi, ampullerin değiştirilmesine izin verdi.

Yine bir başka Hollywood filmi İnferno - Cehennem – Ron Howard (2016).  Serüven yönetmen Göksel Gülensoy Ayasofya’nın altında yatan gizemi keşfetmesiyle başlar. Yeraltında bulunan, çok sonraları sular altında kalan tünellerin belgeselini çekmeye koyulur. ‘Ayasofya’nın Derinlikleri’ adlı belgesel çeker ve Ayasofya’nın derinliklerindeki gizem çekilen belgeselin ardından bu kez de Dan Brown’un kitabında hayat bulur. Sonrasında bu kitaptan uyarlanan bir filme dönüşür bu serüven. Hem de bir Hollywood filmi olmasına rağmen Amerika'dan iki hafta önce Türkiye'de gösterime giren bir film.

Birçok arkeoloğun da ifadesiyle eski dönemde yapılmış bütün kiliseler, temellerinde Hristiyanlığa ait çok kutsal hazinelerin ve emanetlerin bulunduğu odacıklar üzerine inşaa edilmiştir. Ayasofya yapıldığında Bizans, dünyanın en güçlü imparatorluğuydu ve Hristiyan dünyasının bütün kutsal hazinelerini toplayıp kilisenin altına yerleştirdiğine inanılır.

Hatta o gizemli odaların, Hristiyan dünyasının aradığı Kutsal Kase’nin de Bugün mihrap kısmında yer alan Hz. İsa’nın, annesi Meryem’in kucağında bebek olarak tasvir edildiği mozaiğin tam altında olduğu söylenir.
Bakınız Hollywood filmlerinde bile Hristiyan teolojisi olsa da Ayasofya teolojik olarak daha önemli bir yer kaplıyor.

Hem basılı hem de dijital olarak yaptığım araştırmada bazen mizansen olarak bazen de filmin içerisine kendisine orta derecede önemli bir karakter kadar yer bulan filmleri tasnif ettim ve yazıya ek olarak sizlere sunuyorum. Ancak bu konunun araştırılmaya ve eli yüzü düzgün bir şekilde kitapçık halinde basılmaya ihtiyacının olduğunu da bir kez daha belirtmeliyim. Umarım evvela en kısa zamanda böyle bir araştırma yapılır ve yayınlanır sonrasında da Ayasofya’nın hak ettiği bir şekilde yer alacağı derinlikli filmler çekilir ve bizler de istifade ederiz.

bu metin #Bülent Özdaman tarafınan kaleme alınmıştır...

(0) (0)
cumhur1946 10.07.2020 17:37

Tamer Yiğit'in Ertuğrul Gazi'nin yaşlılığını canlandıracak olması

ATV'nin iddialı dizisi Kuruluş Osman'ın yeni sezonu için çekim hazırlıkları yapılıyor. Diriliş Ertuğrul'da Engin Altan Düzyatan'ın canlandırdığı Ertuğrul Gazi karakterinin yaşlılığını Kuruluş Osman'da kimin canlandıracağı uzun zamandır merak konusuydu.

Rol için usta aktör Ediz Hun'un da adı geçmişti. tv100'ün haberine göre, Kuruluş Osman'ın yapım şirketi Ertuğrul Gazi rolü için bir döneme damga vuran Yeşilçam'ın yakışıklı jönlerinden Tamer Yiğit ile imza aşamasına geldi.

(0) (0)
Ragnar47 09.07.2020 12:03

Çekimleri sırasında Cüneyt Arkın'ın ölümden döndüğü film

Yeşilçam'ın usta oyuncusu Cüneyt Arkın'ın ilk kez açıkladığı ayrıntıdır. 1977 yapımı ‘Adalet' filminin çekimlerinde ölümden döndüğünü şöyle anlatmış:

"Sanırım Adalet filmi çekimiydi. Balkonda çekmemiz gereken tehlikeli bir sahne var. Balkonun duvarına çıktım, sahne başladı. Bir anda ayağım kayıp aşağı düşerken korkuluklara tutunduğum an böyle yansımış kameraya.”

 

(0) (0)
bashQan 06.07.2020 16:19

Masalsı bir Anadolu hikayesi filmi olarak: Kız Kardeşler

Zaman zaman kızanlar ve bohem bulanlar oluyor ama peşinen söylemeliyim ki ne yerli dizilere ne de yerli filmlere tahamülüm yok. Aynı işler aynı mevzular kötü görüntü Falan Filan sarmıyor saramıyor izleyemiyorum. Ama 5-10 yılda bir de olsa dahi ilk dakikasında beni içine çeken ve sarıp sarmalayan ekrana kilitleyen işlere de denk gelmiyor değilim.

İşte bu başlıkta sizinle paylaşmak istediği Kız Kardeşler filmi de böyle bir film. İnanılmal tam bir masal resmen annemizin nenemizin kucağına ya da dizine uzanıp her akşam tekrar tekrar ileyebileceğimiz ve hayata ilikin önermeler çıkarabileceğimiz bir iş.

Görüntüler muazzam, oyunculuklar harika, hikaye tam kalbe dokunuz türden. Fragmanını aşağıya ekliyorum.

filmloverss'dan Sinama Yazarı Aslı Ildır'ın filmle ilgili daha kapsamlı analizi de şöyle:

Uzun, engebeli, dolambaçlı bir yolla açılıyor Kız Kardeşler. Taşlarla dolu arazinin kadrajı kapladığı açılış sahnesi boyunca bir süre insan yüzü görmüyoruz, sadece bir araba sesi var arka planda. Kiarostami’nin bitmek bilmeyen yollarını andırıyor ilk Bakışta bu yol, biraz daha uzun baksak dalıp gidecekmişiz gibi. Ama çok geçmeden arka koltukta oturan küçük Havva’yı görüyoruz, besleme olarak gönderildiği evden köyüne geri dönüyor. Bu engebeli yolla birkaç kez daha karşılaşıyoruz film boyunca. Alper, bize bu yolculuk sahnelerinde arabayı, şoförü ve yolcuyu değil, yolun kendisini göstermekte ısrar ediyor. Çünkü Kız Kardeşler tam da bu eve geri dönüş hâlinin, taşlarla, engellerle dolu o “ara yolun” hikâyesi. Arka koltukta oturan yolcu değişiyor, ama yol değişmiyor. “Dışarıyla içeriyi”, “orayla burayı” ve “uzakla yakını” birleştiren bu yolun iki ucunun da nereye vardığı belli. Hiçbirinin ismi yok ama biliyoruz ki biri köye, diğeri kasabaya ulaşıyor. Diğer deyişle biri merkeze, öbürü taşraya. Ancak Kiarostami’deki gibi yolun kendisine dair şiirsel bir güzelleme değil Kız Kardeşler; daha çok yolun, mesafenin ve arada olma hâlinin yolcunun zihninde uyandırdıklarıyla ilgileniyor. “Orada, bir köy var uzakta…” diye açılan ve bize “üç nankör kız kardeşin” masalını anlatan Alper, her seferinde bizi tam “dalıp gidecekken” uyandırıyor ve arkadaki yolcuyu hatırlatıyor. Yönetmenin kendi deyişiyle “sınıf eşitsizliklerinin insan ruhunda bıraktığı izleri” en çıplak hâliyle anlatan bu “besleme hikâyesi”, gerçeğin ağırlığıyla masalın özgürleştirici yanını bir araya getiriyor. Böylece masalların ve kıssadan hisselerin geleneksel mekanlarından olan taşra, sinemamızın uzun süredir takılıp kaldığı hâliyle bir tür siyasi kimlik ve varoluş krizi metaforu olmaktan bir an için çıkıyor, daha zamansız ve dolaysız bir yaşam alanına dönüşüyor.

Lafı Dolandıran Masallar
Alper, farklı nedenlerle besleme olarak çalıştıkları evlerden geri gönderilmiş üç kız kardeşin; Reyhan, Nurhan ve Havva’nın hikâyesini mizahı ve trajediyi iç içe geçirerek anlatıyor. Annelerini küçük yaşta kaybetmiş ve “aklı bir karış havada” babalarıyla kalmış bu üç kız kardeşin en büyük hayali tekrar şehre dönebilmek. Bu hayal öyle sık dile geliyor ki film boyunca; genelde taşraya geri dönen “entelektüel figür” üzerinden izlediğimiz, ülkenin ve insanlığın “arada kalma” hâlini simgeleyen bu çıkış/varış arzusu, metaforik özelliğini yitirmeye başlıyor. Çok gerçek ve dolaysız bir taraf var bu yorulmadan dile getirişte, bu Kadınlar herhangi bir hayat göremedikleri bu köyden dışarı çıkmak istiyorlar, neyse o. Öte yandan bu kafasına koyduğunu yapan, “dili pabuç kadar” üç kız kardeşin tüm “gevezeliğine” rağmen anlatı düzeyinde kendini sakınan bir film Kız Kardeşler. Üç kız kardeşin de şehirde ne yaşadığı ve neden geri döndüğü gibi önemli bilgiler sadece ima ediliyor örneğin. Kız kardeşlerin de, onların hayatını az ötedeki rakı sofrasında “tartışan” erkeklerin de muhabbetlerinde ise kasıtlı bir “laf kalabalığı” var. “Asıl meseleler” ya da hakikat konuşulmuyor da, hep etrafından dolaşılıyor sanki. Tıpkı kardeşlerin babası Şevket’in filmin sonunda “anlatmadığı” hikâye gibi. “Size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı?” diye başlayan, verilen cevaba göre tekrar eden (‘Anlat’ demekle olmaz, size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı?) bu hikâyenin oyunu, tam da “asıl meseleye” gelememe, lafı döndürüp dolaştırma üzerine kurulu. Hem hikâyedeki, hem de filmin genelindeki bu oyunbaz “etrafından dolaşma” hali; taşraya, ülkeye ya da insana dair mutlak bir hakikatın varlığını reddeden, ama onu arama ve anlatma çabasını “hâlâ” değerli bulan bir sinemanın ürünü.

Ancak bu sinemanın, arayışa/yola/yolculuğa dair bir güzellemenin çok daha ötesinde olduğunu tekrar belirtmek gerekiyor. Film her ne kadar görsel diliyle bize Kiarostami ve Nuri Bilge Ceylan gibi taşranın şiirini arayan sinemacıları hatırlatsa da, bu masalda ayakları fazlaca yere basan bir taraf var. İzlediğimiz Reyhan, Nurhan ve Havva’nın hikâyesi olduğu kadar, arka koltukta oturan diğer tüm yolcuların, yıllar boyunca sınıfsal eşitsizliğin görünmez yüzleri hâline gelmiş beslemelerin de hikâyesi çünkü.  Dönüp dolaşıp aynı hikâyeyi anlatmak ve bu döngüde sıkışıp kalmak sadece yolun kendisine dair varoluşsal bir sorgulama değil; aynı zamanda nesilden nesile aktarılan sınıfsal eşitsizliğin ve travmanın da göstergesi. “Bunun babası da böyleydi” cümlesinin köyün “delisi” ve tüm trajedinin bir nevi “günah keçisi” olan çoban Veysel için zikredilmesi tesadüf değil. Şehirli doktor Necati için sadece entelektüel hayıflanmaların ve vicdani sorgulamaların bir nesnesi olan ve “ezilenler hiyerarşisinin” en altında yer alan Veysel; Necati’nin söylediği gibi “ne olursa olsun bir insan”. İşte tam da dönüp dolaşıp “insanın” (çoğu zaman “insanoğlunun”) krizine geri dönen, bu “hümanist” bakışıyla sınıf ve toplumsal cinsiyet dâhil tüm eşitsizlikleri silikleştiren/ikinci plana atan/araçsallaştıran taşra sinemasına Alper’in cevabı adeta Kız Kardeşler.

Entelektüelin bir tür iç sorgulama veya varoluşsal kriz sonucu genelde kendi isteğiyle “geri döndüğü” taşra yerine, kendi kendini “anlatmaya” çabalayan bir taşra yaratıyor Emin Alper. Görsel olarak masalsı bir atmosfer kuran ve coğrafyayı adeta bir karakter gibi kullanan yönetmenin “masal anlatma”ya dair vurgusu bu yüzden belki de. Halk hikâyelerinin, masalların, kıssadan hisselerin o zamansız hissini ince ince işlenmiş bir sinematografiyle beyazperdeye taşıyan Alper; bir yandan anlatıcı pozisyonunu bu mizansen aracılığıyla korurken,  diğer yandan da Şevket karakteriyle bu anlatıcı figürünü bir nevi alaya alıyor. Şevket, pek alışık olduğumuz türden bir baba değil. Kızlarını besleme olarak şehre göndermesine, şehirden gelen doktora yaptığı yalakalıklara ya da Veysel’i haksız yere aşağılamasına rağmen bu karaktere ısınmamak çok zor. Genelde sürekli şikayet eden “dırdırcı” ve histerik annenin karşısında konumlanan “ketum, duygularını yansıtamayan ve otoriter” baba figürüne bir panzehir gibi adeta. Kızlarıyla sürekli şakalaşan, bir yandan eve dönüp geldiler diye şikayet ederken bir yandan da “ahh anneniz olacaktı da görecekti sizin için yaptıklarımı” diye sitem ederek kendini bol bol öven Şevket’e “iktidarsız” bir baba figürü demek de doğru olmaz. O daha çok kızlarıyla ilişkisini iktidar üzerinden kurmayan/kuramayan ve erkekliğini daha “az erkek” gördüğü damadı Veysel üzerinden kanıtlayan biri. Bunun nedeni elbette kız kardeşlerin babalarının bu anlatıcı pozisyonunu sürekli alaya almaları. Onlara bazen masal anlatmaya, bazen nasihat vermeye çalışan bu “erkek anlatıcının” iktidarını sürekli kesintiye uğratan kız kardeşler; az ötedeki rakı sofrasında hayatları hakkında karar veren adamlara, babaları da dâhil olmak üzere pabuç bırakmamaya kararlı çünkü.

Trajediyi Göstermemek
Taşraya yöneltilen entelektüel bakışı -en azından karakter bazında- bir nevi reddeden ve içeriden bir bakış kurmaya çalışan Alper, yine de taşralı karakterlerinin hikâyesini anlatırken ve onların “acılarına bakarken” temkinli davranıyor. Bu sayede “ezileni” ve merkezin dışına itileni anlatırken düşülen en büyük tuzaklardan birine düşmüyor, karakterlerini masumlaştırmıyor ya da kurbanlaştırmıyor. Arka koltuktaki bir yolcu olarak hikâyeye dâhil olan ve belli ki bir “özne olarak” görülmeyen (çünkü babaları kızlarıyla değil, onları köye getiren Necati Bey’le selamlaşıyor sadece.) kız kardeşlerin aslında hiç de öyle başı öne eğik ve uysal karakterler olmadığını görüyoruz film boyunca. Hiçbiri “besleme” deyince aklımızda canlanan, hafızalarımıza Yeşilçam melodramlarından miras “acıların çocuğuna” benzemiyor. Sınıf ve cinsiyet gibi “insanın ruhunda iz bırakan” yapısal eşitsizliklerin yükünü taşıyan karakterler hiçbir zaman “sevilesi” olmak zorunda değil öte yandan. Bu eşitsizliğe karşı yükseltilen sesin ise Söz konusu karakterin biricik kişiliğiyle hiçbir alakası olmamalı, çünkü zaten eşitlik, hak edilmesi gereken bir mertebe değil. “Dili pabuç kadar” olan bu üç karakterin sürekli didişmesi, Necati Bey’le şehre geri dönmeye “hak kazanmak” için türlü oyunlara başvurmaları, durmaksızın birbirlerine ve babalarına “laf yetiştirmeleri” de bundan. Eve hamile olarak dönen ve bir türlü ne olduğunu açık açık dile getirmeyen Reyhan’dan bariz bir istismar hikâyesi dinlemeyi beklerken, onunsa Nurhan’a yaramaz bir gülümsemeyle cinsellikten aldığı zevki anlatmasında yıkıcı bir taraf var. Kendilerine uygun görülen başı öne eğik, masum kurban imgesine baş kaldıran, “yaramazlık” yapan bu“nankör” kız kardeşler; Alper’in sinemasında, hatta son dönem Türkiye sinemasında uzun süredir özlemini çektiğimiz bir “umuda” da işaret sanki.

Kız kardeşleri trajik karakterler olarak resmetmeyi reddeden Alper, filmin en vurucu anlarından bir tanesinde “başkalarının acılarına bakarken” takındığı bu temkinli tavrı sürdürüyor. Detaya girmeden bahsedersek, filmdeki tüm birikmiş öfkenin açığa çıktığı, hem herkesin sorumlu olduğu, hem de kimsenin suçlu olmadığı trajik bir kaza anında kamerasını başka tarafa çeviriyor. Reyhan’ın yaşadığı tarifi olmayan acı, zamansal olarak kısa, mekânsal olarak ise büyük bir atlamayla veriliyor. Trajedinin yaşandığı esnada olayın geçtiği mekandan çok uzağa gidiyor ve sadece kısa bir çığlık duyuyoruz. Ardından ise olayın saatler sonrasına geçiyoruz. Bu hem çok riskli, hem de çok güçlü bir tercih; ancak sadece o acının “temsil edilemez” oluşuna dair söyledikleriyle bile çok etkili bir sahne bu. Filmi çekerken çocukluğunda sınıfta hep arka sıralarda oturan beslemeleri hatırladığını söyleyen Alper, onların hikâyesini anlatmaya ve aktarmaya çalışırken “o temsil edilemez” deneyime dair temkinli olmaya, mesafesini korumaya dikkat ediyor. Bir yandan baba figürü üzerinden kendi anlatıcı pozisyonuyla dalga geçerken, bir yandan da tasviri mümkün olmayan bu deneyim alanını “göstermemeyi” tercih ederek bir adım geriye çekiliyor.

Bu aniden olup biten trajik olayın üzerinden çok zaman geçiyor, mevsim değişiyor, dönüyor yine hikâye başa. Soruyor Şevket: “Size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı?” En sonunda razı geliyor kız kardeşler, anlat diyorlar. Söz oyunu devam ettikçe biz de, Şevket’in “dönüp dolaşıp geri geldiniz” dediği evden yavaşça uzaklaşıyoruz. Hikâyenin sonunda kız kardeşlerin neden köyleri için “burası olmasın yeter” dediğini anlasak da, sanki “dönüp dolaşıp” eve dönmekte iç rahatlatan bir taraf da var hep. “Buradan-uzak”a giderken bir durmak, nefes almak için, hikâye anlatmak, hikâye dinlemek için, belki hazır kimse ortalıkta yokken tepeden aşağı şöyle bir yuvarlanmak için…

(0) (0)
unalicen 06.07.2020 12:56